Erk Estetiği
Gönül Balkır
Etik ve estetik.
Estetik ve etik.
Erk etiği ve estetik.
Bir yanda iyi olmak ve iyi de kalmak tutkusu;
Öte yanda mekan ve zamana hapsolmak korkusu.
Anda, kara mayıslar yaşanırken; bir yanda toprak,
Öte yanda ateş ve doğanın tüm damarlarına su yürürken, derin bir nefes alma ihtiyacı.
Bir yanda yok olanla vedalaşma, öte yanda yeşile dönüşmüş bir dünyada baş vermiş sarı Çiçekler üzerinde salınarak sizi selamlayan kelebekler.
Egemenlik, iktidar, güç ya da erk.
Güç isteme, güce sahip olma/olmama ya da güç tutkusu…
Güç yada erk; en temelde bağımsız kişi olma, bağımsız düşünme, kendi yazgısıyla baş edebilme ve bağımsız kararlarıyla kendini belirlemesini bilen kişilerin etkin özne varoluşunu temellendirir. Gücün etkilerinden kurtulmanın yolu yoktur. Güç, kimliklerin oluşturucusudur.
“Ya güzelliğin gerçeğin ve orantının değeri ne?” diye sorar Sokrates.
Maddesel katı düzen bize destek verdiği andan itibaren özgürlük kendini gösterir ve biz ancak o zaman ahlaklılıkla veya sadece etik demeliyim, yani iyiliğin gücüyle maddenin direncini kırarız.
Ahlaklılığın en temel karakteri; iyilik ile ortak olma, ona katılma çabası içinde olmaktır. Ahlaka yön veren iyilik isteğidir ki ancak bu etik dönüşüm; insanı, insan dünyasına bağlayarak, insan onuruna kavuşturur. Erk etiği, bizi her an çepeçevre kuşatan genel bir insan problematiğidir ki çözüm yolu sadece ve sadece erkin, etik temeldeki bağının bilinçlendirilmesi ve güçlendirilmesiyle mümkün olacaktır.
Hepimizin ahlaki kişiliğini ve bu kişiliğin gidişatını kendi öz çabamız belirler. Kişi kendinden, kendi özgür kendiliğinden kaynaklanan hiçbir şeyi inkar etmediği için sorumlu olur. Ahlak bir eylemde ortaya çıkan sorumluluk kaynağını bizzat eylemin sahibinde bulur. Sorumluluk hareketten öncedir ve hareketten sonra daha da artar. Burada sorumluluk irade işidir ve sorumluluğun sınırını iradenin gücü belirler. Özgürlük işte burada, bu sorumluluğu yerine getirme ereğinde, eylemle birlikte ortaya çıkar. Bu bağlamda sorumluluk, özgürlüğün bizzat içinden çıkartmak suretiyle yarattığı insana özgü bir değer bir etkinliktir.
Kendi başına karar vermek, öz değerlemesi yapmak ve yaptıklarının sonuçlarına güzelce ve sabırla katlanmak ve bunların sorumluluğunu da taşımak cesaret ister.
Yaşam boyu insan ister istemez kendini ifade ederken, aklınca doğru bulduğu eylemlerden kendine yakışanları sergilemektedir. Yaşam döngüsü gerek kişiler ve gerek bu kişilerin oluşturduğu kurumların kişisel tarihleriyle, bunların geçmiş ve gelecekleri içinde kendine yakıştırılıp yapılanların tarihleridir.
Çabada ve eylemde sorumluluk ve özgürlüğün yeri nedir ?
Yaşamın sadece varlığını koruma ve sürdürme olarak algılanması mümkün değildir. Bu bağlamda kendini koruma arzusu, güç yayılmasını amaçlayan yaşamsal içgüdünün sınırlandırılmasıdır. Bu yüzden, kendi yaşamını onaylayarak, kendi gelişimini amaçlamak, kişi için en uygun rituel olur.
Yaşamın kendisi, güce yönelik istençtir. Doğa, basit biçimlerden olumsuzlayarak ve değiştirerek daha zengin oluşumlar yaratır. Bu çerçevede güç tutkunu bireyde biçimlendireceği bir madde arar.
Gücün hangi hedefe hangi niyetlerle ulaşması gereği ve bu hedef için istenen gücün mutlaka etik temeller üzerine oturtulması gerekirliği?
Önümüzde apaçık duran ‘insan gerçekliği’ndeki zayıflık ve güçsüzlük, doğrudan gücün kullanımıyla ve erk alanının belirlenmesiyle giderilmeye çalışılır.
Aksine güçlülük ise, gücün ve erkin bilincinde olabilmek; bireyin kendi kendine nasıl göründüğünü görebilmesidir.
Birey kendi olumsallığı ile yüzleşmekte ve böylece anı kendi saflığı içinde yaşama gücüyle; zamanı, zaman-dışı gerçeklikten ayırabilmektedir. Gerçekten güçlü birey, kendini alt etmiş ve kendini özgürlüğe ulaştırmış olandır.
Oysa özgürlük alanı daraldıkça birey, giderek denetleyemediği güçlere bağımlı hale geliyor.
Düzen aşkı, tek erdem midir?
Güçlü olmak ile güç tutkunu olmayı ayırmak lazım. Güç tutkusu, daha güçlü olmayı istemek, başkalarındaki gücü kendine katmak, ne olursa olsun daha çok olmayı istemek demektir. Güç tutkununun yaşamı, tek bir istenç formunun, güç istencinin gelişimi ve açılımıyla bu eyleme tutsak olmak demektir.
Güçlü ve özgür olma; canlılığın, canlı olmanın, içgüdüsel bir güç istencinin, yaşam istencinin sonucuyken güç tutkusu Nietzsche’nin buna verdiği isimle ‘decadance’dır, yozlaşmadır. Her şeyin aşırısı gibi güç tutkusu da insanın yetersizlik hastalığının alenen açığa çıkmasıdır. Doğal olarak içimizde yoksa gözü dışarıya dikeriz. Bilinçaltımız eksikli saydığımız kimliğimizi çevremizdeki fazlalıklarla dengelemeye çalışır.
Çoğu zaman güç tutkununun güç istenci, yalnızca direnmelerde kendini açığa çıkartır ve güç tutkunu her yerde kendine direneni arar.Güç tutkununun, başkalarına bağımlılığını yaratan çevresindeki farklı gördüğünü kendine mal ediş hırsı ve bu farklılığa sahip olup onu kendine katışla çoğalmaktır ve böylece sonunda karşısında bulduğu en büyük güç tümüyle kendine, kendi saldırganlığının güç alanına geçerek onu çoğaltmış olacaktır. Güç tutkunundaki bu farklılığa sahip oluş gerçekleşmezse, her şey yok olacak, her şeyden vazgeçilecek ve yaratılan tüm oluşum dağılıp yok olacaktır.
Dağılıp yok olma sonucunda; ortada sadece, kendi varlıklarını koruyup sürdürmek için geleneksel kalıplara uyarak yaşayan, zayıf güçsüz ve kederli insanlar yer alır ki bu insanlar zamanla kendilerinden nefret etmeyi öğrendikleri gibi; başkalarından da nefret etmeyi öğrenir ve çevrelerine de kişinin kendi kendinden nefret etmesini öğretirler.
Bireysel arzuların ve gereksinimlerin önemi değersizleştirilirken, “ben bir hiçim” ya da “hiçbir şeyin değeri yoktur” şeklindeki güçsüz, zayıf ve kötümser bir anlayışın yolu açılır. Kişinin kendinden ve başkalarından nefret etmesi biçimindeki yozlaşma, yaşamın bütünselliğinde küçük bir dilimi öne çıkarırken, bu anlayışı tüm yaşamı üzerinde nesnel bir yargı kılar. Mevcut algı, bireyin yaşamsal bütünlüğünün anlamını belirsizleştirirken, birey kendini var kılmak adına kendi dünya görüşünü evrenselleştirmeye çalışır ki bu çabayla, kendi değersizliğini evrenselleştirerek, dünyanın değersiz olduğunu ilan eder.
Bu noktada bir bakarsınız karşınızda birçok güç tutkunu kendi erkine sevdalı insancık, çevresini rahatsız eder durur. Bir Çin atasözü; “bilge kendini sorguya çekerken, ahmak başkalarını sorguya çeker” demektedir.
Düşünce yoksunluğu ve kötülüğün sıradanlığı uzun süredir kafama takılıyor yine.
Öte yanda sorumluluk bilincinin insanlarla güvene dayalı destek ve dayanışma ilişkileri sayesinde ortaklaşa yaratılan insanca bir etkinlik olduğu gerçekliği.
Tayin edilmiş roller içinde hareket etmek, hapsolma tehlikesinin ötesinde, sorumluluk yüklenmeme kolaycılığını da getirir beraberinde.
Bir takım davranış kalıplarının arkasına sığınmak demek kendine saygısız olarak kendini toplumsal rolüne hapsetmek, çevre baskısına bağımlı kılmak demektir. Bu ise davranışlarımızdan sürekli başkalarını sorumlu tutma ve saldırma imkanı sağlar.Oysa özgür olmak; yaşamın, davranışların, düşünce ve değerlerin sorumluluğunu yüklenebilme yürekliliğidir.
İçinde yaşadığımız dönem sapla samanın birbirine karıştırıldığı, tüm değerlerin yozlaştığı ve ne yazık ki insanların akıllarının bulandırıldığı bir dönemdir. Bu anlamda gerek mesleki sorumluluk ve gerekse kendine saygı ve aidiyet duygusuyla sosyal sorumluluk, doğrudan veya dolaylı maddi ya da manevi kişisel çıkarlara özgülendirilmiştir.
Meslekleri gereği etik sorumluluk sahibi olmak zorunda olan kişilerin sahip olduğu erkleri kötü niyetle maddi ve manevi anlamda kişisel tatmin aracı olarak kullanmaları doğrudan doğruya erk estetiğine bağlı olup, tarihin her döneminde olduğu gibi tüm zamanlarda erke sahip olan kişi ve kurumlarca ve bizzat kendileri eliyle sahiplenmektedir.
Yaşamın keskin ve acımasız adaletinin doğal bir sonucu olarak da her tarif kendine dönmekte ve erkin yoz kullanımları sahiplerini vurmaktadır.Her koltuk değneği, kendini yadsımanın dışavurumudur. Ölürken doğruya küfretmenin alemi yok.
Kendilerini gerçekleştirmek ve korumak için türler varoluş rituellerini oluşturur. Bu noktada ‘yaşama güven’ olmadan türler gelişemez ve yaşama değer yüklemek, yaşam için zorunlu bir önkoşuldur.
Varoluşun en soylu ritueli nedir?
Kişinin kendine ‘evet’ demesi; bu evetle yaşamın yüceltilmesi. Tıpkı Kavafis’in “ Evet Hayır”ı gibi; evet diyen, eveti savunmaya başlarken; hayır diyen, kendi özgün eveti için, yeniden yollara koyulacaktır.
Bu bağlamda hayır diyenin, özgürlük seçimi ve özgürlük tutkusu hep gözden kaçar nedense. Yaşamın evetlenmesi, özsel anlamsızlığına karşın, yaşamın yaşanmaya değer olduğunu ilan etmektir.
Spinoza; “…aklın yönetimi altında, kendilerine faydalı olanı arayan insanlar; diğer insanlar içinde istemedikleri hiçbir şeye ulaşmaya çalışmazlar ve bu anlamda doğrudurlar, iyi niyetli ve onurludurlar” derken Etika’nın son önermesini; “Yüce mutluluk erdemin ödülü değildir; ödül erdemin kendisidir. Tutkularımızı bastırdığımız için erdemden haz duymayız, aksine erdemden haz duyduğumuz için tutkularımızı bastırabiliriz” şeklinde bitirirken; yıllar öncesinden, erk estetiğine verdiği değer ve önemle, belki de insanoğlunun özgürleşmesinin en kestirme yoluna işaret etmektedir? Kimbilir?
Doğaya kendini adamışlıktan daha büyük bir erdem yok gibi geliyor bazen.
30 sene sonra hıdırellez ateşinden atlamanın keyfi.
Sıra sıra dostlarla koşup, insan boyundaki ateşin üzerinden atlama cesareti…
Bizler güzellikleri ne çabuk unutuveriyoruz. Seneye de nevruz ateşiyle randevum var.
Yıldızlara uzanmaya niyet edersek; çoktan, önümüzdeki çiti aşmış oluruz.
Sevgiyle, iyilikle kalın ve bahara gülümseyin…
Bu yazı mayıs 2005 tarihinde şehiriçi dergisinde yayınlanmıştır.
Bir yanıt yazın